Zoraki Elleme Izle

Zoraki Elleme Izle




🔞 TÜM BİLGİLER! BURAYA TIKLAYIN 👈🏻👈🏻👈🏻

































Zoraki Elleme Izle

Blogger tarafından desteklenmektedir.



Posted in
Etiketler:
Gerilim ,
Gizem ,
House Of 9 ,
Korku Evi 9 ,
psikoljik ,
Suç ,
yabancı filmler


02:37



Copyright 2010
vizyondanizle

indirmeden film izle
designed by
internetten film izle

Converted by film izle

Powered by online film izle



Facebook hesabınızla yorum yapın, daha çabuk onaylansın!



Bir blog için yorum yazdı. 08 Mayıs '14 21:31





Yeni bir blog ekledi. 02 Ocak '14 09:57





Bir blog için yorum yazdı. 23 Aralık '13 22:35





Bir blog için yorum yazdı. 25 Aralık '13 10:11





Yeni bir blog ekledi. 28 Haziran '13 09:48




Barmene parmağımla “iki bira” işareti çaktım. Olağan tanışma diyaloglarına başladık. Önce şu bölüm okunmalı:Blog.aspx?BlogNo=195745 Ortam aşırı gürültülü olduğu için konuştuklarımızın yarısını bile anlayamıyorduk ama zaten benim için önemli olan anlamak değil, diyalogun sürmesiydi. Ben her zamanki gibi konuşandan ziyade dinleyen pozisyonundaydım. Mevlam, aynı zamanda hem prodüktörü, hem senaristi, hem de rejisörü olduğu insanlık filminde biz zavallı erkeklere böyle bir rol münasip görmüş; kadınlar konuşacak, biz dinleyeceğiz.

Arkadaş çok dertliydi. Erkeklerden nefret ediyordu ama kadınlardan iki kat nefret ediyordu. Erkeklerden nefret etmesinin en önemli sebebi, birkaç ay önce ayrıldığı sevgilisi Kaan’dı. Dediğine göre (ve benim gürültüden anlayabildiğim kadarıyla), terk eden Kaan değil kendisiydi. Buna rağmen Kaan’ın, ayrılık olayının hemen akabinde bir sevgili bulması onu çok üzmüştü. Kadınlardan daha fazla nefret etmesinin bir sebebi de buydu. “Boşver, bence öyle bir insan için üzülmeye değmez; bazı insanlar böyledir” falan dedim. Kıza yağcılık için araya bir iki küfür de sıkıştıracaktım ama ters tepebilir diye kendimi tuttum. Biralarımız bitmişti; iki tane daha istedim. Kız anlatmaya devam ediyordu. Dediği gibi benden önce de epey içmiş olmalıydı, iyice sarhoş olmuştu.

Yeterince içtiğimiz, ortamın da sohbet için pek uygun olmadığı konusunda zar zor anlaşıp, bardan çıktık. Yakınlarda bir kafeye oturup sohbete devam ettik. Daha doğrusu ben kızın sohbet etme isteğine uymaya çalışırmış gibi yapıyordum. O habire Kaan’dan, çalıştığı işyerinden, müzikten falan bahsediyor, ben dinlermiş gibi yapıyordum. Arada bir “evet”, “doğru”, “haklısın”, “öyle tabii” gibi kısa karşılıklar verip idare ediyordum. Çünkü benim bir şey düşünüp anlamlı bir cümle kuracak halim yoktu. Hormonların faaliyeti bütün benliğimi esir almıştı. Tek noktaya odaklanmıştım; kızı bir şekilde bir an önce benim eve gitmeye razı etmek! Birkaç dolaylı soruyla onun hakkında en merak ettiğim hususu öğrenmiştim; ailesi başka şehirde oturuyordu, kendisi burada yalnız yaşıyordu. Gecenin benim fakirhanede devam edip müthiş bir finalle sonuçlanması için bütün şartlar hazır gibiydi.

Fakat arkadaşın derdi anlatmakla bitecek gibi değildi. “Bana gidelim mi? Sohbete evde devam ederiz?” dedim. Pek oralı olmadı. O sırada kafenin kedisi yanımıza gelip kızın bacaklarına sürtündü. Hemen kediyi kucağına alıp sevmeye başladı. Bu defa kedilerden konuşmaya başladık. Daha doğrusu ben yine konuşur gibi yapıyordum. Kediler hakkında zoraki birkaç klişe cümle kurdum. Bu kedi nerden çıkmıştı şimdi bu saatte! Sırnaşık hayvana içimden kızdım. Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Geçen her dakika aleyhime işliyordu. Neyse ki, biraz kendini sevdirdikten sonra kızın kucağından atladı. Kedi yere atlar atlamaz, “bana gidelim mi?” dedim tekrar. Soruma bir cevap vermeden gülümsemekle yetindi. Evet demiyordu ama hayır da dememişti. Bu da hayra alametti. Biraz sabırlı olmalıydım. Neredeyse Fenerbahçe’nin en son Türkiye Kupası’nı kazandığı tarihten bu yana bu günü bekliyordum, bir iki saat daha bekleyebilirdim. Kız geçen yıl ölen kedisini anlatmaya başladı bu defa. İçimden kedilere küfrettim ama çok ilgiliymiş gibi dinliyordum. “Evde benim de kedim var, çok da insan canlısı bir hayvandır?” dedim. Güzel gözleri parladı; “Öyle mii?” “Evet, çok güzel bir erkek kedim var” dedim. Atıyordum. Evde kedi medi yoktu.

Öylece bir süre daha oyalandık. O konudan konuya atlayıp bir şeyler anlatıyor, ben sadece onaylayıcı baş hareketleri ve ünlemlerle karşılık veriyordum. Söz aldığım anlarda ağzımdan çıkan tek cümle ise “hadi eve gidelim”di. Haksız değildim, bu işi bu gece halletmeliydim. Ben en son seviştiğimde Kenan Evren Cumurbaşkanı, Turgut Özal Başbakan, Maykıl Ceksın da yeni yeni parlamakta olan bir pop yıldızıydı. Sonunda kız pes etti; “tamam, kalkalım” dedi. Kalktık. Hemen bir taksi çevirdim, bindik.

Eve geldiğimizde ilk işi kediyi sormak oldu, “sabah giderken dışarı bırakmıştım, dişi peşindedir o şimdi, çıkar gelir birkaç gün sonra bir yerlerden” dedim. Bu yalanı daha taksideyken hazırlamıştım zaten. Yuttu, ya da yutmuş gibi yaptı. Kendimizi kanepeye attık. İyice yanına sokuldum. Bir tutam saçı sol gözünün üzerine düşmüştü. Onu düzeltme bahanesiyle saçlarını okşadım. Oradan kulak memesine indim. Kulak memesini işaret ve başparmağımın arasına alıp sıktım. Tepki vermedi. Bu işlerin iyiye gideceğine delaletti. Çok geçmeden kendimizi birbirimize sarılmış bulduk. İlk başlardaki hafif, çekingen öpücüklerin şiddeti artmıştı. “Yatağa geçelim” dedim. İtiraz etmedi. Geçtik.

Futbol hayatının en güzel yılları yedek kulübesinde geçmiş bir forvet gibiydim. Antrenör maçın hep son dakikalarında oyuna sokar; o garip de bu kısacık sürede kendini gösterebilmek için delice bir enerjiyle sağa sola koşar durur ya, benimki de o hesap, kendimi fena kaptırmıştım. Ateşli bir sevişme olacağı baştan belliydi! Kızın canı yanmış olmalıydı, “heeyy, yavaş ol biraz” dedi. “Yavaş ol” demesi kolay, ben son seviştiğimde televizyon tek kanallı, yayın siyah beyazdı; günün en çok seyredilen programı da Necefli Maşrapa'ydı; gel de yavaş ol! Tempo ister istemez hızlanıyordu. Sert bir hareket yaptığım anda bi an bina sarsılır gibi oldu!

“Deprem mi oluyor?” diye sordu kız. Kendimle gurur duydum. Sevişmenin şiddetinden bina sallanmıştı demek! Onu yatıştırmak ve biraz nefes almak için kısa bir ara verdim “Evet, deprem oluyor, merkez üssü de yatağımız” diye de espri yaptım güya… Depreme karşı pek hassas değilim. Depremin şiddeti 6’nın üstüne çıkmadıkça fark etmem bile…

Büyük Marmara Depremini bile zor hissetmiştim. O gece uyanıktım. Üç arkadaş bir evde toplanmış rakı içiyorduk. Bir ara bir gürültü duyuldu, sonra yanımdaki iki arkadaş birden bire kaynar suya atılmış kurbağalar gibi sandalyelerinden zıplayıp ortadan kayboldular. Herhalde aniden ikisinin birden çişi geldi de tuvalete falan gittiler diye düşündüm. İçmeye devam ettim, kadehimi dipledim, arkadaşların yokluğundan istifade tabaklardaki son dolmaları, çiğköfteleri de mideye indirdim. Arkadaşlar dönünceye kadar istifimi bozmaya da niyetim yoktu ama çok geçmeden elektrikler kesildi. Bu gürültü nerden geliyor, elektrikler niye kesildi balkona çıkıp bakayım dedim. Dışarısı zifiri karanlıktı. Arkadaşın biri kendini balkona atmıştı. Ellerini duvara dayamış, dua ediyordu. Yanına gidip “n’oldu Rıza, birden bire içkiye tövbe etmeye mi karar verdin” diye sordum. “Abi deprem oluyor” dedi panikten kısılmış bir sesle. Ellerini de duvara bina yıkılmasın diye dayıyormuş! O korkunç seslerin depremden kaynaklandığını anlayınca kendimi dışarı attım ben de… İkinci kattaydık; otuz beş basamaklık iki kat merdivenini herhalde üç saniyede falan inmişimdir.

Şimdiki sarsıntı deprem olsa bile en fazla 3, bilemedin 3.1 büyüklüğünde falandı. Dolayısıyla, ben o büyüklükte bir deprem için kılımı dahi kıpırdatmazdım. Tam o sırada küçük bir sarsıntı daha oldu. Kız pürdikkat tepemizdeki tavan lambasına bakıyordu. Lambanın sallandığını fark edince yerinden fırladı. O taş çatlasa 50 kilo ancak gelebilecek hatun beni üstünden atıp yataktan yere yuvarladı. Doğru pencereye koştu. Pencereyi açmaya çalışıyordu. İkimiz de çırılçıplaktık. Yerimden doğruldum, “dur, n’apıyorsun?” dedim, “deprem oluyor, bina yıkılacak, aşağı atlayacağım” diye bağırdı. Beşinci kattaydık! Büyük bir depremde bina yerle bir olsa yine biraz kurtulma şansımız vardı ama o pencereden atlayanın kaldırım döşemesine çarpıp patlayarak bol yumurtalı menemen kıvamına geleceği kesindi. Bizim kız gidiyordu!

Çeyrek asırlık sevişme hasretimi giderememek bir yana, bir de poliste çırılçıplak evimin penceresinden atlayan tanımadığım bir kızın ölümünün hesabını vermek zorunda kalacaktım. Final yarışında havuza atlayan bir sprinter yüzücü gibi kıza doğru uçtum. Tam pencereyi açtığı anda belinden yakaladım. Elini güçlükle tutup sıkı sıkıya kavradığı pencere kolundan ayırdım. Pencereyi kapattım. “Bıraaaakkk!” diye var gücüyle haykırdı. İnşallah duyan olmamıştı. Bu defa da komşular içeride adam kestiğimi falan sanacaklardı. Mecburen öteki elimle de ağzını kapattım. Anlaşılan kızın deprem fobisi vardı. O masum görünüşlü, ufak tefek kız adeta yaralı bir pantere dönüşmüştü; zor zapt ediyordum. “Sakin ol, geçti, bir şey yok” diye teskin etmeye çalıştım. Kalbi deli gibi çarpıyor, tir tir titriyordu, korkudan kaskatı kesilmişti. Bu durumda bu kızla sevişmeye çalışmak müzedeki mermer Venüs heykelinden çocuk yapmaya çalışmakla aynı şeydi. Kızı bu durumda üç gün yumuşatıcıya yatırsan yine kıvama gelemezdi.

“Bağırmayacaksan elimi ağzından çekecem” dedim. “Tamam” diye işaret etti başıyla… Elimi ağzından çekip belinden sıkıca sarıldım. “Bırak beni, hemen giyinip çıkalım, bir açık alan bulmalıyız” diye tısladı. Ne kadar ikna etmeye uğraştıysam fayda etmedi. Sonunda pes ettim. Sinirlendim ama o saatte onu yalnız başına sokağa da bırakamazdım. Giyindim, çıktık. “Seni evine bırakayım” dedim, onu da kabul etmedi. Açık alanda olması gerekiyormuş. Boş sokaklarda epey yürüdük. Son bir umutla, “şurada orman var, istersen oraya gidelim, sarılır yatarız” dedim. Yüzüme pis pis baktı.

Vuslat yine başka bahara kalmıştı.
...
Önerilerine Ekle Beğendiğiniz blogları önerin, herkes okusun.
Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..

Linkedin Flipboard Linki Kopyala Yazı Tipi
Linkedin Flipboard Linki Kopyala Yazı Tipi
© Copyright 2022 Hürriyet Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş
Mümkün olsa, röportaj da vermeyecek. Yeni dizisi ‘20 dakika’ için yapıyor. Şaşırtıcı bir kadın. Herkesin ortalıkta biraz daha fazla olabilmek için geberdiği bir dünyada, “Bana ne sizin kurallarınızdan!” diyor, diyebiliyor. Bayıldım bu haline! Tuba Büyüküstün ‘zoraki meşhur’ gibi. Şöhretle filan alakası yok. Kendi dünyasında yaşıyor. Bana Küçük Prens’i hatırlattı. Biraz hüzünlü ve yalnız. Tanımadığı insanlara kolay güvenmiyor, teslim olmuyor. O bir ‘tek çocuk.’ Anne-baba çalıştığı için babaanneyle büyüyor, erken yaşta yuvaya gönderiliyor, işte o yalnızlığı, bireyselliği, tekilliği bence taa o günlerden miras. Ama olumsuz bir şeyden söz ettiğimi sanmayın, o yalnızlık, Tuba Büyüküstün’ü aynı zamanda herkesten farklı ve yaratıcı kılıyor. Çok zengin bir iç dünyası var. İçi, dışından daha zengin ve güzel. Zaten dış güzelliğiyle ilgili değil. Kendini güzel olarak da algılamıyor. Evet çok seviyor yaptığı işi ama beş sene sonrasını bilmiyor. Bu kadar ünlü biri olup olmayacağını da umurumda da değil zaten. Şu anda aşk duyduğu için oyunculuk yapıyor, sonrası meçhul. İkizleri olduktan sonra, dizi-mizi faslını da kapatmak istemiş. ‘20 Dakika’nın başrolündeki kadın kahramanın cazibesine kapılmış, çok sevmiş, o yüzden teklifi kabul etmiş. İnat bir kadın, sevmediği hiçbir şey yapmıyor. Ve her şeyi sorguluyor. Bir tek kocası Onur Saylak’a ve kızları Maya ve Toprak’a olan aşkını sorgulamıyor. Onur’un sadece bakışları bile onu sakinleştirmeye yetiyor…
Beş sene sonra da ünlü olacak mıyım olmayacak mıyım kimse bilemez...
Beş yıl önceki Tuba’yla şimdiki arasında ne fark var? - Beş yıl önce hayata ve insanlara karşı çok daha kapalı ve korunaklıydım. Bugün artık daha açık bir insanım. Yumuşadım. Kızlarım 1 yaşına geldi. Onlara baktığımda şaşırmaktan kendimi alamıyorum. 30 yaşındayım, dünyalar güzeli iki çocuğum, çok sevdiğim bir eşim ve heyecan duyarak yaptığım bir işim var. Bir insan daha başka ne ister?
İkizler senin için ne ifade ediyor? - Oooo, onlar benim için her şey demek! 7 ay biz baktık. Onur’la ben. Sadece dördümüzdük. Şahaneydi.
Bakıcı abla filan yok muydu? Neticede iki bebek… - Yok hayır, hiç yardım almadık. Böyle söyleyince insanlara tuhaf geliyor ama biz bize olmak istedik: Onur, ben ve yeni doğmuş bebeklerimiz. Onları hastaneden çıkardık, bir bebek olsa, ‘car seat’in yanına oturabiliyorsun ama iki bebek olunca, ı ıh, mecburen öne oturdum, Onur da arabayı kullanıyor. Macera başladı. Tabii ağlamaya da başladılar. Ben ameliyatlıyım dönemiyorum, onlara ulaşamıyorum. Her şey, bir sınav gibiydi ama biz sakin bir anne-babayız, şimdilik sınavı geçtik...
Bir sürü insan, yeni doğmuş bebeği eline almaya bile korkar… - Biz hiç öyle değiliz. Onur da müthiş yardımcı. Lafta değil, gerçekten öyle, çok becerikli. Geceleri kızlar ağladığında, ben çok yorgunsam, beni uyandırmadan kalkıp, benim sağdığım sütten veriyor, altlarını değiştiriyordu. Ne şikâyet ettik ne de kafayı yedik. Aslında bize kalsa, çalışmayalım, etmeyelim, hep evde kızlarımızla, mutlu mesut yaşayalım! Ama böyle bir lüksümüz yok, çalışmak zorundayız. Biz her şeyi çocuklarıyla birlikte yapan bir anne-babayız. İki buçuk aylıkken onları alıp, Paris’e gittik. “Delisiniz!” dediler. Kangurularımıza taktık, bebeklerimizle dolaştık. Onları restoranlarda uyuttuk. “Çok küçükler evde kalsınlar” filan gibi takıntılarımız yok, gergin, tedirgin anne-baba değiliz, biraz rahatız galiba. Bir arkadaşım diyor ki, “Sizi seyrederken Discovery’deki aslan ailesini seyredermişim gibi hissediyorum kendimi!” Çocuklar oramızda, buramızda, gayet doğallar, üzerimize çıkıyorlar, sonra iniyorlar, biz bir şeyler yaparken, onlar hep yanımızdalar…
“Aman rüzgâr var, klima çarpar, onu elleme, bunu yeme…” - Yok öyle şeyler. Evhamlı değiliz...
Peki anneliğinin saplantılı tarafı ne? - Yanlarında değilsem, kontrol manyağına dönüşüyorum. Her şeyden haberdar olmak istiyorum. 8’inci ayda, hayatımıza, mecburen bir bakıcı abla girdi. Çünkü çalışmaya başlayacaktım. Ona bütün düzeni anlattım. Ve rica ettim: “Ben olmadığımda, Maya ve Toprak’la ilgili rapor ver bana. Her şeyi ayrıntılarıyla yaz. Fotoğraf gönder.” Şimdi öyle yapıyor, sürekli mesaj atıyor. Evet dizi çekimindeyim ama kızlarımla ilgili her şeyi bilmeliyim.
Arada, “Dizisi batsın, ben çocukların bir sürü şeyini kaçırıyorum!” demiyor musun? - Diyorum. Ama annelik beni ne kadar tanımlıyorsa, oyunculuk da öyle…
Diziyi kabul ederken tereddüt ettin mi? - Ettim. Dizi yapmak istemiyordum aslında. Çünkü dizi, hayatı çalan bir şey. Ama bu proje, beni çok heyecanlandırdı. O kadın olmak istedim, o kadını canlandırmak istedim.�
Oyunculuk senin için ne kadar önemli? - Ben insanın yaptığı mesleğin, insanın kendisi olduğuna inanıyorum. Ona sahip çıkman gerekir, çünkü o zaten sensin…
Bu role ne kadar girebildin? - Bunu izleyenler takdir etsin. İlk bölümün reytingleri çok iyi gelmiş, umarım sever insanlar. Çok başka bir kadın. Ortada bir cinayet var, bir türlü emin olamıyorsun, o mu yaptı, başkası mı? Çözemiyorsun.
20 dakika, ‘Kaçış Planı’ filminden birebir adaptasyon mu? - Hayır. Orijinali ‘Pour Elle’ diye bir Fransız filmi. Onunla, ‘Kaçış Planı’nın karışımı. Ezel’in senaristleri Pınar ve Kerem’in kendi yorumları da var.
Siz nasıl bir çiftsiniz? - Onur’la ben birbirini yükselten bir ikiliyiz…
O, Tuba Büyüküstün’le evli olmakta zorlanıyor mudur? - Yok canım. Onun tek zorlandığı şey, benim hayata bakış açımın farklılığı. Bazen “Allah aşkına Tuba, nereden bakıyorsun sen?” diyor, beni anlamaya çalışıyor. Çünkü ben tamamen kendi dünyamda yaşıyorum.
Anadolu yakasında mı büyüdün? - Evet. Hep buradaydım. Çok seviyorum. Kahvaltıya pijamayla bile gitsen, kimsenin umurumda olmuyor!
“Ben kimim biliyor musun?” tribi atarak ortalıkta dolaşan biri değilsin… - Ben kimim ki zaten! Beş sene sonra beni kimse hatırlamıyor olabilir. Şu anda keyif aldığım bir iş yapıyorum, iyi de yapmaya çalışıyorum ama insanın kendisini abartmaması gerekir. Bu meşhurluk da ömür boyu sürecek bir şey olmayabilir.
Doğumdan sonra kocana karşı hislerinde değişiklik var mı? - Evet, eskisinden daha farklı bir heyecan hissediyorum ona karşı. Başka bir yanını gördüm, onu baba olarak da tanıdım. Artık hayatımda hep olacak bir adamın heyecanını duyuyorum.
Doğum nasıl bir tecrübeydi? - Benim için hayal kırıklığı oldu! Normal doğum istiyordum. Fakat ikizlerden biri ters gelince, mecburen sezaryen olmak durumunda kaldım. Gerçi epidüral sezaryendi, uyanıktım ama çocuklarımı hemen bana vermediler, orada birtakım işlemlerden geçirdiler, yıkadılar, biri çok ağlıyordu, ısrarla, “Verin” dedim, vermediler, sinir oldum.
BEREN SAAT’LE RAKİP DEĞİLİZ UYDURUYORLAR
Beren Saat’le aranızda rekabet mi var? - Yok öyle bir şey. Bir şey bulamıyorlar şişiriyorlar ama içi boş…
Sürekli kıyaslıyorlar sizi… - Evet. Dizileri, oyunculardan ibaret bir şey gibi sunmak, o dizide emeği geçen herkese büyük haksızlık. Diziler benden ya da Beren’den ibaret değil ki…
Tanıştınız mı hiç? - Hayır, denk düşmedi.
Ben hamileyken, etrafımda deneyimlerini paylaşabileceğim hamile biri yoktu. İnanmayacaksın ama beni çok rahatlatan Arnold Schwarzenegger’in ‘Junior’ filmiydi. O filmi izlediğimde, “Ha tamam normalmiş benim duygularım!” dedim. Erkeğin hamile kaldığı bir film sayesinde kendimi normal hissedecek kadar acıklı durumdaydım!
Derdim güzellik değil  KENDİMİ BULMAKTI
Seninki nasıl bir hikaye? - Baba tarafım Giritli, anne tarafım Kırımlı. Annem, bir bankanın reklam bölümünde çalışıyordu. Babamsa elektronik mühendisi. İkisi de çalıştığı için, babaannem baktı bana, küçük yaşta da yuvaya başladım.
Hüzünlü bir çocukluk mu? - Hayır ama biraz yalnız. Kendi dünyası olan. Hayaller kuran. Çekingen. Sakin. Tanımadığım ve güvenmediğim insanlarla iletişim kurmazdım. Anlaşılmadığımı düşünürdüm. İlkokulu Göztepe İlkokulu’nda okudum, sonra da Doğuş Lisesi. Mimar Sinan, hayatımın dönüm noktasıdır.
Hep okulun en güzel kızlarından biri miydin? - Öyle bir algım hiç olmadı. Güzellik umurumda da olmadı. Benim derdim, kendimi bulmaktı. Ben kimim? Ne istiyorum? Bende neler oluyor? Neye inanıyorum? Hayat benim için ne? Din benim için ne? Aşk ne?
Bulabildin mi bunların cevabını? - Yavaş yavaş buluyorum!
Nasıl bir gelecek hayal ediyordun? - Etmiyordum. Ne yapacağımı bilmiyordum. Tomris Giritlioğlu beni reklamlarda görüyor, gerisi geliyor…
Peki reklamda oynamaya nasıl karar verdin? - Bir gün, bir arkadaşımla, Mimar Sinan’da “Nerede, ne atölyeler var?” diye dolaşıyorduk. Baktık fotoğraf çekimi var. Bende de fotoğraf fobisi vardır, hiç sevmem fotoğraf çektirmeyi. Aksi gibi, “Sizin de fotoğraflarınızı çekebilir miyiz?” dediler. “N’olur bir kare” filan deyince, itiraz edemedim. Sonradan öğrendim ki o fotoğraflar bir ajansa gitmiş, beni buldular, reklamlarda oynamaya başladım, Molped reklamında Hülya Avşar’a soru soran kızlardan biriydim. Tomris Hanım öyle keşfediyor beni…
Flörtümüz uzun sürseydi EVLENEMEZDİK
Uzun süren arkadaşlığın aşka dönmesi nasıl bir şey? - Sonradan anlıyorsun ki aslında aşk hep varmış…
Onur’u diğer adamlardan farklı kılan ne? - Gözlerine baktığımda, bana kendimi gerçekten iyi hissettiren tek adam Onur. Hiçbir şey konuşmama gerek yok, sadece gözlerine bakmam yetiyor, “Tamam her şey sakin, her şey yolunda, her şey iyi” hissini veriyor bana. Ben ona göre daha huzursuz bir tipim, hep “Doğru mu, iyi mi, değil mi?” duygusu var bende. Onur söz konusu olunca, “Tamam sorgulamaya gerek yok, teslim olabilirim” diyebiliyorum. Beni yatıştıran, tedirginliğimi alan bir adam. İyi geldi bana. Panzehir gibi.
Evlilik kararını nasıl verdiniz? - Dört-beş yıldır arkadaştık. Sonra sevgili olduk. İki aydır da aynı evde yaşıyorduk…
Nasıl
Cuce Boylu Adam Porno
Turkce Sex Viduolari
Sikiş Videolları

Report Page