dsad

dsad

sfsdfsd

Ayrıca sizin irşadınızla yola gelen bir şahsın, diğer insanları irşad ile elde ettiği neticelere ait sevaplar da, yine sizin defterinize kaydedilecektir. İşte, bu yolda, yapılan küçük bir amel insana böyle küllî sevaplar kazandırmaktadır ki bu da “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”in ne kadar önemli olduğunu gösterir. Allah Resûlü bir başka hadislerinde: “Kim güzel bir çığır açarsa, açtığı çığırın bir misli sevabı da onadır.” 12 buyurarak bu gerçeği bir başka zaviyeden dile getirir. Evet, hadisin belirttiğine göre onun açtığı çığırdan yol tutup gidenler, ister kişinin yakınları, akrabaları, isterse tamamen yabancı ve tanımadıkları olsun, bir şey değişmez. Zira güzel bir çığır açma, dinî yönden içtimaî hayatımızın ölü bir noktasına hayat nefhetme, orayı canlandırma ve bunu cemiyete mâl etme; biz ölüp gitsek dahi, defterimizin o noktasının açık kalmasını sağlayacaktır. Aslında, diğer hasenat çeşitlerini de buna kıyas edebiliriz... Unutmamalıyız ki bir gün hepimizi cansız bir ata bindirip, karanlık bir çukura indirecekler. Üstümüze toprak örtüp başımıza da bir taş dikecekler. Dost, kardeş, arkadaş, yâr, yârân ve ana-baba kim varsa, bize dünyada iken en yakın olanlar dahil hepsi, bizi orada bırakıp gideceklerdir. Hâlbuki açtığımız o güzel çığırdan gelen sevaplar oluk oluk üzerimize akacak, kabrimizde nurdan seylaplar meydana getirecek; uhrevî âlemimiz ak ve apaydın olacaktır. Bu durumda bizler cismaniyetimiz yönüyle ölmüş olsak bile, dünyada iken attığımız tohumlar itibarıyla, dipdiri ve kıyamete kadar yaşamış olacağız. Düşünün bir kere, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ebedî âleme göçeli on dört asır gibi bir zaman oldu. Buna rağmen yeryüzünde O’nun kadar diri, O’nun kadar canlı ve her gün hasenât defterinin bütün sayfaları baştan sona açılan ve asla kapanmayan o ölçüde kim vardır? O’ndan sonra da, derecesine göre içtimaî yapıya altın kerpiçler koyanlar gelir ki, bu işin de şimdiye kadar milyonlarca namzedi olmuştur; olmuştur ve hepsi de vesile oldukları oranda sevaba hak kazanmışlardır. Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti, bu denli engindir. Yeter ki insan, kendini o rahmete ulaştıracak yola girmiş olsun. Efendimiz bir hadislerinde: َّ ِن َفإ ُه ْ ُمو يَن ُ لَه َع َم ُل ُه لَى ِإ ْ ِم يَو ُ َر اْلم ِط اب ِلا إ َ َّ ُك ُّل ِّ ِت اْل َمی ُي ْخَت ُم َى َعل َع َمِل ِه اْل ِق َيا َم ِة “Herkesin amel defteri vefatıyla kapanır, mühürlenir. Ancak murabıtın amel defteri kıyamete kadar nemalanır durur.” 13 buyururlar. Evet “murabıt”; kendisini hak yoluna adamış, davasından başka hiçbir şey düşünmeyen insandır. O, memleketine sızacak bütün tehlike deliklerini tıkamayı hayatının gayesi edinmiş ve bununla beraber kendisine akseden yümün ve bereketi de, başkalarına intikal ettirmeyi en büyük vazife telakki etmiştir. İşte böyle bir insanın amel defteri asla kapanmaz, her an nemalanıp durur. Nitekim İslâm tebliğ tarihi içerisinde öyleleri vardır ki, binlerce tohum atmış; fakat bir tek tebessüm goncası göremeden gitmişlerdir. Ama öyleleri de vardır ki, elli sene sonra attığı tohumlar yeşermiş, her taraf bahara dönmüştür. Ve bütün bunların sevabı, onların kabirlerini bir ışık merkezi hâline getirmiştir. Evet, Cenâb-ı Hak, onların amelini nemalandırmış; onları kabrin fitnesinden koruyup muhafaza etmiş ve oraya oluk oluk nurlar göndermiştir. Demek ki o insanlar, sadece cismaniyet itibarıyla ölmüş, sevap cihetiyle yaşamaktadırlar. Hatta o insanlar, böyle bir amele muvaffak olamayan sözde diri insanlardan daha canlı bir şekilde yaşamaktadırlar. 

7. İMAN VE NİFAK BAĞLAMINDA TEBLİĞ Mü’min, hak ve hakikat adına içinde yaşadığı topluluğa, en yakın çevre ve daireden başlayarak fazilet dersi veren insandır. Bu onun mü’min olmasının zarurî bir neticesidir. Bir bakıma, Müslümanların onun elinden ve dilinden emin olmaları bu neticeyi doğurur. 1 Diğer taraftan bütün Müslümanlar, hadisin ifadesiyle bir organizma bütünü gibidirler. 2 Organizmayı meydana getiren uzuvlardan birinde bir arıza meydana geldiğinde, bütün vücutta bir inilti ve ızdırap duyulur. Aynı zamanda uzuvların teker teker arızasız ve kusursuz oluşu, bütün bir vücudun da arızasız ve kusursuz oluşunu netice verir. Öyle ise mü’minlerin birbirlerinin dertleriyle dertli ve lezzetleriyle mütelezziz olmalarından daha tabiî ne olabilir ki!.. Evet, onlar, bir vücudun uzuvları gibidirler. Hele bu elem veya lezzet ebedî âlemi ilgilendiriyorsa, mü’min nasıl olur da kardeşinin Cennet’e veya Cehennem’e gitmesine karşı bigâne kalabilir? Onun içindir ki mü’minin, bir başka mü’mine karşı bu kudsî vazifeyi, yani “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’lmünker” vazifesini yapması onun mü’min olmasının ayrılmaz lâzımıdır.

Report Page