...

...

Aciz KuL

Bismillah, Ve’l-Hamdulillah, Ve’s-Salatu ve’s-Selamu ‘ala Rasulillah ve ‘ala alihi ve sahbihi ve men Vaaleh

Malumunuz odur ki, bizler kıyamete yakın bir dönemde, hakkın taraftarlarının çok az, batılını taraftarlarının ise sayılamayacak kadar çok olduğu bir halde, ahir zaman içinde, şirklerin, küfürlerin, bidatlerin karanlık geceler gibi üstümüze çöktüğü, imanın elde ki bir kor ateş misali olduğu bir devirde yaşıyoruz.

Bu devirde her şey bir birine karışmıştır. Hakkın nuru zayıflamış, batılın karanlığı artmıştır. Heva ve heveslere, nefsi istek ve arzulara yöneliş baş göstermiş, heva ve heves kişinin nasıl yaşayacağını belirleyerek, heva ameli yönetir olmuştur. Meselenin daha iyi anlaşılması için, size günümüz durumuna işaret eden, şerrini belirten alimlerden bir takım iktibaslar sunmak istiyorum…

İbn Kayyım Rahimehullah şöyle demektedir:

"İlmin ortadan kalkması, cehaletin açığa çıkması yüzünden şirk, bir çoklarına galip gelmiştir.

Bunun sonucu maruf münker, münker de maruf olarak sünnet bidat, bidat da sünnet diye kabul edilir olmuştur. Küçükler böyle bir ortamda büyüyor, büyüklerse aynı ortamda yaşlanıyorlar.

İslâmî sembollerin mumu söndü ve İslâm'ın garipliği daha da arttı. Alimlerin sayısı azaldı, sefih ve adi insanlar çoğaldı. Her türlü şer yeşerdi.

Sıkıntılar şiddetlendi. İnsanların elleriyle yaptıkları ve kazandıkları şeyler yüzünden karada ve denizde fitne, fesat açığa çıktı.

Lakin hakkı ikame eden, şirk ve bidat ehli ile cihad eden Muhammedi cemaatten olan bir taife bütün noksanlıklardan münezzeh olan Allah yeryüzünü ve onun üzerindekileri, onlara varis kılana kadar hep var olacaktır. Allah varislerin en hayırlısıdır…" [Zadu’l-Mead]

Ebu Hasan İbn Battal Rahimehullahu diyor ki:

"Rasulullah ﷺ kıyamet saatinden evvel ümmetinin; (din) işlerinden, bidatlerden ve saptırıcı hevalardan ihdas edilmiş şeylere; tıpkı Farsların, Rumların ihdas edilenlere tabi oldukları gibi tabi olacaklarını hatta insanların çoğunun nezdinde dinin değişeceğini haber vermiştir.

Muhakkak ki Rasulullah ﷺ bir çok hadisinde ahir zamanın şerli olduğu, kıyamet saatinin ancak yaratılmışların şerlileri üzerine kopacağı ve aynı şekilde dinin ancak düşmanlarından korkmayan, kendileri Allah'a dair sözde hak ile yetinen, Allah'ın dininde ki dosdoğru menheci ayakta tutan müslümanlardan özel bir kısmın yanında ayakta kalacağı, hususunda (ümmetini) uyarmıştır." [Şerhu Sahih-i Buhari 10/366]

Bize çok yakın bir tarihte yaşamış olan Şeyhu’l-İslam Muhammed b. Abdulvehhab’ın ailesinden Faziletli Şeyh Muhammed b. Abdullatif Rahimehullah şöyle demiştir:

"Bazı faziletli alimler demişlerdir ki; "Yeryüzünde ki fitne şirk, en büyük fesat ise; müslüman ile kafirin, (Allah'a) itaat edenle, asinin karışmasıdır."

Onlar karıştığında İslam nizamının dengesi bozulur. Tevhid akidesinin hakikatı belli olmaz ve kaybolur. Sonuçta büyüklüğünü sadece Allah’ın bildiği bir şer meydana gelir. [ed-Dureru's-Seniyye 8/448]

Allahu Teala sizin basiretinizi açsın ve hidayetine irşat etsin! Allah için dikkat edin! Çok ama çok dikkat edin! Kendinize şunu sorun, bu alimler asırlar önce İslam’ın yayıldığı, küffar ile cihad edildiği zamanlarda, kendi devirleri için bu tesbitleri yapıyorlarsa, bizim içinde bulunduğumuz zamana yetişselerdi nasıl bir tepki verirlerdi?

Bundan daha da ilginci, Hicri 253 yılında doğan Hicri 329 yılında vefat eden Ehl-i Sünnet’in en muteber olan İmamlarından biri olan İmam Ebu Muhammed el-Berbehari’nin şu sözüdür:

“Sakınmalısın, bilhassa zamanında ki insanlardan sakınmalısın! Kiminle oturduğuna, kimi dinlediğine ve kiminle arkadaşlık yaptığına dikkat etmelisin! Şüphesiz halkın hepsi; Allah'ın kendilerini koruduğu kimseler müstesna, sapıklık içindedir!"

SubhanAllah! Kendisinden önce ve sonra Ehl-i Sünnet’in imamlarının, Rabbani Ulema’nın altın çağları olan ve Selef’e yakın olan bu dönemlerde -kendisi Seleften olan Meşhur Sehl b. Abdullah et-Tusteri’den ilim almıştır- bu sözü söylüyorsa, bizim zamanımızda olsaydı acaba ne derdi? Kendi zamanında bir çok alim, allame, fakih, muhaddis bulunduğu halde, halkın hepsini sapıklıkla nitelendiriyor ve sapkınların çoğunluğuna dikkat çekiyorsa durup düşünmeliyiz. Hatta bu sözün başka bir rivayetinde “Halkın hepsi irtidat içindedir” şeklinde geçmektedir.

Peki bize ne oluyor da; bu zamanı hayrın altın çağı zannediyor, bu zaman da imanın eldeki kor ateş misali olduğunu unutuyor, ilmin her yere yayıldığı halde ilimden yüz çevrildiğini, ilim ile amel edilmediğini fark etmiyor, ahir zamanda İslam'ın garipliğini okuduğumuz halde, İslam'ı herkesin ikame ettiğine kendimizi avutuyor, Allah ve Rasülü bu zamanda insanlığın sapacağını, ahir zaman insanının şerli durumunu bildirdiği halde bizler koyun psikolojisine bürünüyor, çoğunluğun peşinden gidiyor, seleften yüz çeviriyor, şan, şöhret, makam, mevki gibi değerlere bakarak birilerini dinliyor, saptırıcı deccallere tabi oluyor, dinimizi onlara teslim ediyor ve bütün bu durumlara duyarsız kalıyoruz!? Hiç şüphesiz istikametimizi sorgulamamız gerekmektedir.

Allah size hak üzere, hakka ve ona en güzel şekilde uymaya, yaşamaya çalışan kimselere hicret etmeyi, dininizde ve dünyanızda size yardımcı olacak ensarı size yardımcı kılmayı nasip etsin! Akıllı kişinin yapması gereken şey; bu uyarıları ve nasihatleri dikkate alması, muhacir olmak isteyen kişinin ilk önce kendi benliğinde, kendi nefsinde hicretini gerçekleştirmesidir. Kişinin kendi nefsinde, akidesinin şirkten, küfürden ve bidatten selamette kılması, tevhide, imana ve sünnete hicret etmesi, ilk önce kendi nefsini, kendi heva ve hevesine, nefsi istek ve arzularına, fasit anlayışına göre değilde, hakikaten ve basireten (gerçekten ve delil üzerine), Selefi Salih’in anlayışı ile birlikte Kur’an ve sünnet’e arz etmesi, Allah’a yapılan ilk ve en önemli olan hicretin takendisidir.

Hicret’in bu ilk aşaması çok önemlidir. Burada şeytanın nefisleri ayartması, kendilerini yeterli göstermesi, hidayet üzere olmadıkları halde, hidayet üzere olduklarını zan ettirmesi, onları ummadıkları bir yerden saptırması, küfür olan görüşleri, iman olarak göstermesi çok olur. Çoğu zaman kişiler, kendilerinin iyiliklerini ve kötülüklerini, doğrularını ve yanlışlarını gösterecek bir ayna tutulana kadar, kendilerini tezkiye edip dururlar, hidayet üzere olduklarını zannederler.

Şeyhu’l-İslam Muhammed b. Abdulvehhab Rahimehullah’ın şu sözü ne kadar ibret vericidir:

“Cahilin; "Tevhid'i anladık!" sözü... İşte bu söz cehaletin en büyüğü ve şeytanın tuzaklarından olan bir sözdür!” [Keşfuş'ş-Şubuhat]

Bu durumda bizler “Acaba hakikaten Tevhid’i öğrendik, anladık ve idrak ettik mi? Akidemizi her türlü şirkten, küfürden ve bidatten arındırdık mı? Akidemizi biz selefe göre mi öğrendik, yoksa asrımızda yaşayan birilerinin gösterdiği şekilde mi öğrendik? Tevhidi öğrenirken nasıl bir metod takip ettik? Tevhidi öğrenmek için her şeyi adım adım, olması gerektiği gibi yaptık mı?”

Diye sorgulaması gerekir. Kişinin akidesini şirkten, küfürden ve bidatten arındığına, selamette olduğuna dair sağlama yapması, bunun doğruluğunu teyit etmesi gerekir. Bu konuda en büyük yardımcı ise Tevhid’i tam anlamıyla bilen, akideye küfür, şirk, bidat bulaştırmayan, meselelere kendi heva ve hevesi ve fasit anlayışı ile değilde, Selefi Salih’in anlayışını esas alarak Kur’an, Sünnet ve İcma eksenli yaklaşan kişiler ile akidevi bağı kuvvetlendirmek, aynı inançlara sahip olunduğunu teyit etmektir.

Mesela Şeyhu’l-İslam Muhammed b. Abdulvehhab meclislerinde her zaman olduğu gibi Tevhid’i anlatırken, bir keresinde bir bedevi, Şeyh’in anlattıkları, beyan ettikleri karşısında, kendisinin Tevhid diye bildiği şeyi mukayese ederek, vicdani muhasebe yapıyor. Ve sonuç olarak şu sözleri söylüyor: “Ben şehadet ederim ki bizler kafiriz ve ben yine şehadet ederim ki bize gönülden Müslüman diyenlerde kafirdir” Bu bedevi böyle söylemiştir, çünkü Tevhid’i bilmediğini, yanlış bildiğini, akidesinin küfürden selamette olmadığını anlamıştır.

Gerçekten de çoğu Tevhid ehli olduğunu, küfre ve şirke girmediğini iddia eden kişiler ile konuşulduğunda Tevhid’i bilmedikleri, akidelerine şirk ve küfür bulaştırdıkları ortaya çıkmaktadır. Örneğin bazı tekfir müptelası olan, kendileri dahi tevhidi bilmeyen kişiler, tevhidi bilmedikleri için insanları tekfir ediyorlar. Doğrudur, tevhidi bilmeyen kişi kafirdir, ona kafir demeyen, küfründe şüphe eden biride kafirdir. Lakin işin garibi insanları tevhidi bilmiyorlar diye tekfir edenler, daha La İlahe İllallah’ın manasını bilmiyorlar. “İlah nedir?” Sorusuna cevap veremiyorlar. İbadetin ne olduğunu bilmiyorlar. Ama Tevhid iddiasından vazgeçmiyorlar, mangalda kül bırakmıyorlar.

Tevhid’i sadece devlete tağut demek, devlete oy verenleri tekfir etmek gibi sloganik, ilim ve usul üzerine bina edilmeyen, ezbere dayalı bir takım söylemlerden ibaret zannediyorlar. Akidelerini basiret ile kuvvetlendirilmiş sağlam usullere/temellere bina etmiyorlar. Usulsüz bir şekilde akide ortaya koyuyorlar, usulsüzlüklerini akide ilan ediyorlar. Tevhid’in hakikati gereken aşırılar ve gerekse gevşekler tarafından tahrif edilmiş, Kur’an, sünnet ve icmanın küfür olarak beyan ettiği ameller ve sözler ya küfür olmaktan çıkarılmış, bunlara sahip olanlar tekfir edilmemiş. Ya da Kuran, sünnet ve icmanın küfür olarak hükmetmediği ameller ve sözler küfür olarak kabul edilmiş ve bunlara sahip olanlar tekfir edilmiştir.

 Örneğin irca akidesine sahip olan, tağutları ve müşrikleri tekfir etmeyenlere bir bakın… Onlar kendilerinin Tevhid üzere olduklarını, küfürden ve şirkten arındıklarını iddia etmiyorlar mı? Elbette iddia ediyorlar ama bizler onların bu iddialarına itibar etmiyoruz ve onların tevhidi bilmediklerini, şirke ve küfre düştüklerini söylüyoruz. Peki bizlerinde Tevhid iddiasında bulunupta, akidemizde küfür ve şirk barındırmadığımız ne malum? Bizi bu açıdan emin olmaya iten şey nedir?

Ahir zamanda yaşıyoruz ve tevhidin şirk, şirkin tevhid, imanın küfür, küfrün iman, sünnetin bidat, bidatin sünnet, marufun münker, münkerin maruf, kafirin mümin, müminin kafir olduğunu, her şeyin bir birine karıştığını pek ala biliyor ve söylüyoruz. Ne malum kendi akidemizde de iman olan şeyler küfür veya küfür olan şeylerin iman olmadığı? Bir takım görüşler, sözler ve ameller sebebiyle aslında küfre ve şirke bulaşan kişilere Müslüman demediğimiz, onları sevmediğimiz, onları tezkiye etmediğimiz ne malum? Ne malum bizimde aslında küfür ve şirki görmediğimiz, küfür ve şirki savunmadığımız? Bunların sorgulanması ve sağlamasının yapılması şarttır. Kendisini sorgulayan, dinini nereden aldığını araştıran, selefe yönelen ve selefin görüşleri ile kendisinin ve kendisinden ilim aldığı kimsenin görüşlerini mukayese eden, vicdani muhasebeye tabi tutan kişiler bu noktada selamete kavuşur…

Kısacası bu durumda Ömer Radıyallahu Anh’ın dini öğrenme ve yaşama hususunda kendisinden sonra gelenlere miras bıraktığı şu yüce tavsiyeyi hayatımıza geçirmeliyiz. Kendisinin şöyle dediği rivayet edilir: “Dininizi iyi öğrenin, yoksa yaşadığınızı din zannedersiniz!” dinimizi iyice tahkik ederek öğrenirsek, yaşadığımızı değil, Allah’ın bizler için seçmiş olduğu dini din edinmiş oluruz. Ne yazık ki insanların çoğu ilk önce bir şeyler yaşıyorlar, sonra o yaşadıklarına dine uydurmaya veya inandıkları inançların, söyledikleri sözlerin ve yaptıkları amellerin dine uyup uymadığına bakıyorlar. Önce yapılması gereken şeyi, sonra yapıyorlar. Ya ilimsiz amel ediyorlar, yada amelsiz ilim sahibi oluyorlar. Tevhid'i öğrenmek, anlamak ve akide edinmek için doğru bir usul takip etmiyorlar.

Dini öğrenme ve yaşama açısından dini kimden aldığımızda sonra derece mühimdir. Hiç şüphesiz, üzüm üzüme baka baka kararır. Kişi kimi seviyorsa, kimi destekliyorsa, kiminle kendisi arasında bir bağı kuruyor, kimi okuyor, kimi dinliyorsa onun dini üzeredir. Yani kişi Mutezile alimlerini okursa, mutezilenin fikirlerine sahip olur. Rafizi kaynaklarına yönelirse, rafizi fikirlerine sahip olur. Bu her zaman böyledir. Çünkü kişi dostunun, sevdiğinin dini üzeredir. Bu dediğimi unutmayınız...

Bu yüzden seleften Muhammed b. Sirin şöyle demiştir: “Şüphesiz ki, bu ilim dindir. Öyleyse dininizi kimlerden aldığınıza dikkat edin! (Sahihi Müslim, Mukaddime 5)

İmam Malik Rahimehullah da şöyle demiştir:

“Şüphesiz bu ilim, dindir. Dolayısıyla dininizi kimden aldığınıza dikkat edin! Vallahi ben, şu direklerin yanında -bunu derken mescidi (nebeviyi) işaret etti-, “Rasulullah ﷺ şöyle buyurdu” diyen yetmiş kişiye yetiştim, ama onlardan hiçbir şey (hadis) almadım. Halbuki onların her biri, kendisine beytü’l-mal emanet edilecek kadar emin insanlardı. Ancak onlar bu işin (hadis ilminin) ehlinden değillerdir (bu yüzden onlardan hadis almadım) [Tertibu’l-Medarik 1/136]

Bu sözler bizim için çok büyük bir ibret vesikası olmalıdır. Düşünün şimdi İmam Malik gibi doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan ayırt edebilecek bir furkana, bir basirete, ilme ve dirayete sahip olan birisi bile, en emin olan kimselerden din adına bir takım bilgiler almıyorsa, bize ne oluyor ki asrımızda kuzu postuna bürünen, dostmuş gibi görünen, tevhid ve iman iddiasında bulunduğu halde esasında bir çok şirke ve küfre kapı aralayan, şirki ve küfrü meşru gösteren, şirklere ve küfürlere Allah ve Rasülünün beyan etmediği mazeretler sunan, Allah ve Rasülünün belirtmediği istisnalar getiren saptırıcı cehennem davetçisi deccallerin bulunduğunu bildiğimiz halde ilmi herkesten alıyoruz, dinimizi herkesten öğreniyoruz, herkesi okuyoruz? Tedbirimizi neden almıyoruz? İbn Mesud Radıyallahu Anh’ın şu sözüne neden uymuyoruz?

 “Her kim bir yolu takip etmek istiyorsa ölmüş olanların yolunu takip etsin! Gerçekten yaşayan kimse için fitneden emin olunmaz!”

Bu sözü selefin asrında, sahabenin arasında söylerken, nasıl olurda bizler kendi asrımızda yaşayan insanların sözlerine sımsıkı yapışırız da, kendimizden önceki yaşayan selefin yolunu terk ederiz? Nasılda asrımızda hoca, alim, davetçi olarak kendini niteleyen, kendisinin şirkten, küfürden ve bidatten arındığını sadece iddia eden, akidesi, söz ve amelleri selefin yoluna, rabbani ulemanın beyanlarına uymayan insanları takip eder, onlara tabi oluruz!?

Maalesef günümüz de ki durum içler acısıdır… Kurtulanlar ne kadar da azdır…

İnsanlar ne yazık ki, akidelerini Kur’an, Sünnet ve Selefin icma ettiği esaslara, Selefin ittifak ettiği usullere göre düzenlemiyorlarda, seleften yüz çeviriyorlar, selefi bir anlayış ile kuran ve sünnet ölçüsünde insanların sözlerini süzgeçten geçirmiyorlar, alimleri bırakmışlar, cahilleri önder edinmişler, kendilerini heder etmişlerdir…

Halbuki bakınız, Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye Rahimehullah ne diyor:

“Sonrakilerin, öncekilerden ayrı olarak ortaya koydukları, daha önce hiç bir kimsenin dile getirmediği her görüş hatadır!

İmam Ahmed bin Hanbel Rahimehullahu Teala şöyle demiştir: "Bir imamın olmaksızın bir mesele hakkında konuşmaktan sakın!" [Mecmu'ul Fetava 21/291]

Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye’nin ve İmam’u Ehl-i Sünne Ahmed b. Hanbel’in bu sözleri bizim hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan ayırmak, Allahu Teala’nın kitabında, Rasulullah ﷺ’in sünnetine mutlak olarak hayır ile, hak üzere olmakla nitelediği ve kendilerine uymamızın emrettiği selefe tabi olmak hakkında sımsıkı yapıştığımız kaide olmalı. Allah bu kaideyi anlayan ve bu kaideye sımsıkı yapışan kimseye rahmet etsin, ona müjdeler olsun! Her Müslümanın tabi olmakla asla sapmayacağını tek topluluk Selef’i Salih’indir. Onların yoluna muhalefet eden, onların yolunu bırakıpta, başkalarının dediklerini esas alıp, selefe göre değerlendirmeyenler mutlak olarak sapıktır, dalalettedir. Kesinkes böyledir, bunun hiçbir istisnası yoktur.

Her kim Selefi Salih’in, Hayru’l Halef’in (Selefe en güzel şekilde tabi olan, sonraki alimlerin), görüşlerine dayanarak bir şey ortaya atarsa, o kabul edilir. Aksi takdirde tabiileri ne kadar çok olursa olsun, hangi makama, hangi mevkie, hangi ilme, hangi amele sahip olurlarsa olsunlar kim Selefi Salih’in ve Hayru’l-Halef’in görüşlerine dayanmaksızın görüşler beyan ederse, reddedilmesi vaciptir.

Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye Rahimehullahu şöyle demiştir:

“Selef’in mezhebini ortaya koyup, kendisini ona nispet eden kınanmaz. Bilakis bunun ittifakla (ondan) kabul edilmesi gerekir. Zira selefin mezhebi haktan başkası değildir.”[Mecmu’ul‐Fetava 4/194]

Allahu Teala hakkı konuşan, esere (selefin izine) tabi olan, sünnete sımsıkı sarılan, salihlere uyan, selefin yolunu arayan kula rahmet eylesin ve sizi onlardan kılsın. Bu uyarılarım ve nasihatlerimin ekseninde, özel bir meseleye temas etmek istiyorum. Ön yargılı yaklaşmayacağınızı, adaleti elden bırakmayacağınızı, hak ispat edildikten sonra hakka tabi olacağınızı, batıl ispat edildikten sonra batıldan ve ehlinden teberri edeceğinizi ümit ediyorum.

İbn Kayyım Rahimehullah’ın şu veciz nasihatlerini de göz önünde bulundurmanızı rica ediyorum:

“Şu iki elbiseyi üzerinden çıkart, zira kim onları giyerse … Kınanma ve aşağılanma alçaklığı ile karşılaşır,

Cehl-i mürekkep elbisesi, bir de üstüne … Taassub elbisesi; ne kötü elbisedir bu ikisi

İnsaf elbisesi ile güzelleş; en kıymetli süstür … Bedenin yanları ve omuzları onunla donatılır”

Ebu Butayn en-Necdi Rahimehullah da diyor ki:

“Kendi nefsine karşı samimi olan ve söylediklerinden ve yaptıklarından sorulacağının; sahip olduğu i’tikad, söz ve fiillerden hesaba çekileceğinin bilincinde olan herkesin bütün bunlara vereceği cevabı hazırlaması; ayrıca cehalet ve taassub elbiselerini üzerinden atması ve hakkı talep etme hususundaki niyetini ihlaslı kılması gerekmektedir.” [el-İntisar]

Sizin kanalınızdan takip ettiğim kadarıyla, Türkiye’de faaliyet gösteren, “Ebu Hanzala” diye bilinen zatı, hoca/davetçi/alim olarak görmekte, onun davetini desteklemekte, sevmekte ve onları hak üzere görmektesiniz.

Allah kendisine hidayet etsin, karanlık zindanlarını hakikatin nuruyla aydınlatsın, batıldan arındırıp, hakkı bütün çıplaklığı ile görmesini ve haykırmasını nasip etsin!

Ne yazık ki Ebu Hanzala davetine bir çok şirk ve küfür olan, Kur’an, sünnet ve icmanın beyan ettiği hakikatler ile hiçbir alakası bulunmayan, bir çok sapıklığı bulaştırmış, bunu insanlara aktarmış, hem sapmış hem de saptırmıştır. Kendisi ne yazık ki insanları ateşten kurtaran bir davetçi değil, kuzu postuna bürünmüş bir kurt misali insanları ateşe sürükleyen, insanlara küfür ve şirk olan akide, söz ve amelleri meşru kılıflar, hiçbir asla ve astara dayanmayan mazeretler ve istisnalar uydurarak pazarlayan bir cehennem davetçisidir. Her ne kadar derslerinde Tevhid’i güzel anlatsa, hitabetiyle insanları hicvetsede, bir kişinin Tevhid’i sular seller gibi anlatması ölçü de değildir, küfre ve şirke girmesine engel de değildir.

Şayet bu açıdan bir itiraz yapılacak olursa, bende size irca ehli olupta, sizin de tekfir ettiğiniz bir çok ilim ehli addedilen, davetçileri göz önünde bulundurarak derim ki; “Sizin ve benim ortaklaşa olarak tekfir ettiğimiz, kendilerine ilme nisbet eden ve hakikaten arapça, akide, fıkıh, hadis, usul ilimleri bilen ve tevhidi sular seller gibi anlatması, hitabetleriyle, ilimleri insanları hicvetmesi, taraftarlarının çok olması vb. gibi durumlar, onların küfre ve şirke girmesine engel mi?” Elbette engel olmayacağını söyleriz. İkimizde bu gibi kişilerin her ne kadar Tevhid’i ilmi açıdan güzel anlatsalarda, Tevhid’in çeşitli asıllarında küfre ve şirke girdiklerini, bu sebeple Tevhid’i bilmediklerini söyleriz. Bende aynısını Ebu Hanzala için söylüyorum. Kendisi Tevhid’in asıllarına, olmazsa olmaz esas ve kaidelerine muhalefet ederken, küfür ve şirk olan şeylere meşru kılıflar ve mazeretler uydurmaya çalışırken, Tevhid’i bildiğini nasıl söyleyebilirim?

Peki nedir Ebu Hanzala’yı kafir bir cehennem davetçisi yapan, davetine bulaştırdığı, insanları saptırdığı küfür ve görüşler? Evvela bu sorunun cevabına geçmeden önce size şunu söyleyebilirim ki ben 13 yaşımdan beri, Ebu Hanzala Türkiye’de 2008 yılında yeni yeni faaliyetler gösterdiğinden, kasetler doldurduğundan Ebu Hanzala’nın 1 Nisan 2008 Tarihinde ilk kez alınmasından beri takip ediyorum, görüşlerini biliyorum. Her hapishaneye girip çıktığından çaktırmadan fikir değiştiğini de biliyorum. Yani ben burada işkembe-i kübra’dan sallamıyorum, bilinçli bir şekilde konuşuyorum.

Ebu Hanzala her ne kadar Ebu Katade el-Filistini gibi belamlar için bu tespiti yapsada, bende aynısını kendisi için yapıyorum. Ebu Hanzala kadar çelişkili, dün dediğin bu gün dediğini tutmayan, her bir sözü diğerini yalanlayan, hiç bir istikameti bulunmayan bir davetçi görmedim. Şuan Ebu Hanzala’nın derslerinin bulunduğu siteye gitsem ve daha önce yayınlanan ama sonra kaldırılan, bir çok insan ile yaptığı görüşmelerini dinlesem, her defasında bin bir değişiklik ile sunulan kitaplarını incelesem 40 tane farklı akideye sahip Ebu Hanzala size sunabilirim.

Ebu Hanzala’nın şiddetle savunduğu ve yaydığı en büyük küfrü Tağuta muhakeme olmayı şirk ve küfür görmemesidir. Ebu Hanzala’nın bu konuda ki görüşleri, Kur’an, Sünnet ve İcma ile taban tabana zıttır. Alimlerin beyan ettiği ve icma ettiği eserlere muhaliftir. Ebu Hanzala hiçbir aslı ve astarı olmayacak şekilde sırf ülke darul küfür diyarında yaşıyoruz, darul islamda yaşamıyoruz diye, aynı islam devleti olmadığı için demokrasiyle yönetilmeyi mecburi bir istisna görenler gibi tağuta muhakeme olmayı, tağuta iman ve küfür kapsamından çıkarıyor, bunun küfür olmadığını söylüyor, bu sebeple mahkemelerinde tağuta muhakeme oluyor, avukatlar tutuyor.

Tağut mahkemede, kendisinin şirk olarak nitelediği hükümlere göre yargılarken, tağutu reddetmiyor, hükmünü reddetmiyor. Tağuta muhakeme olmaya devam ediyor. Halbuki şirk olan hükümler ile hükmeden tağutlar reddedilmeyecekse başka reddedilecek tağut kimdir? Orası bir şirk ve küfür meclisidir. Allah’ın hükümlerinin inkar edilip, tahkir edildiği bir meclistir. Bu durumda nasıl olurda bir Müslüman şirke ve küfre boyun eğebilir? Hatta bir kaydında Ebu Hanzala tağutun mahkemesinde, tağutu reddetme hakkında kendisine bir şeyler deniliyor ve kendisi “Mahkemede tağutu reddetmek diye bir şey yok, nereden çıkarıyorsunuz bunları” diyerek millete psikolojik baskı uygulayarak, meseleyi dalgaya alıyor.

Aynı şekilde kendisi; müşrikleri tekfir etmeyi dinin aslından görmez. Bu sebeple büyük şirkte cehaleti mazeret görenleri tekfir etmez. Bidatçi ilan eder. Halbuki büyük şirkte cehaleti mazeret görmek, müşrikleri tekfir etmemeyi, onlara Müslüman demeyi gerektirir. Bu akidenin bundan başka bir ihtimali olmadığı halde ebu hanzala büyük şirkte cehaleti mazeret görenlere bidatçi diyor, tekfir etmiyor. Tekfir etse bile, bu durumu değiştirmez. Çünkü esasında zaten onun nezdinde müşrikleri tekfir etmenin tevhid ile, tağutu inkar etmek ile bir alakası yoktur, bu mesele dinin aslından değildir. Hatta kayıtlarında müşrikleri tekfiri etmeyi akidenin değil, fıkhın bir konusu olarak izah ediyor. Başka bir videosunda müşrikleri tekfir etmenin dinin aslından olduğunu beyan eden alimlerin sözleri “zorlama açıklamalar” olarak nitelendirip, dalga geçiyor.

Hakeza her ne kadar son zamanlarda büyük şirkte cehaletin mazeret olmayacağı hususunda sivri söylemler ile ön plana çıksada bir çok kaydında büyük şirkte cehaletin mazeret olup olmaması ile alakalı çelişkili konuşmaları vardır. Hatta islama yeni girenlerin şirk koşmaları sebebi ile mazur gördüğüne dair delillerde mevcuttur.

Sadece akidevi meselelerde, küfür ve şirk olan görüşleri savunmakla kalmıyor, fıkhı meselelerde, ümmetin üzerinde haram olduğuna dair icma ettiği meselelerde bile saptırıyor, iftira atıyor. Örneğin müşriklerin kestikleri etler, besmele bile çekseler, bu etlerin leş hükmünde haram olduğuna dair alimler icma ettiği halde, kendisi bu meseleyi ihtilaflı bir mesele gibi gösterebiliyor.

Bunlar sadece birer örnek. Ben şimdilik bunları yüzeysel olarak beyan etmek ile yetiniyorum. Hepsinin ispatı benim nezdimde mevcuttur. Ben iftiracı ve yalancılardan olmaktan Allah’a sığınırım. Hem Ebu Hanzala’nın dediklerini ispat ederim, hem de Ebu Hanzala’nın nasıl Kur’an, Sünnet ve Selef’in icmasına muhalefet ettiğini, alimlerden nakille ispat ederim Allah’ın izni ve yardımıyla. Bu hususta zerre tereddütüm, zerre kuşkum yoktur. Talep ederseniz her türlü konuşurum, problem değil.

İmam Evza’i rahimehullah’ın şu sözüne kulak vermenizi ve bu söz ile amel etmenizi şiddetle tavsiye ediyorum:

"Seleften gelen eserlere sarıl. İnsanlar seni reddetseler bile, şahısların sözlerinden -bu sözleri allayıp pullasalar bile- sakın! Nihayet iş ayan beyan âşikâr olursa Sırât-ı Mustakîm üzere olduğunu anlarsın."

İşte bu sebepleri göz önünde bulundurarak, ilk önce kendi akidenizi selamete kavuşturmanızı, ilim aldığınız yerleri gözden geçirmenizi tavsiye ediyorum. Size ilk önce hakkı tanımanızı sonra ehlini tanımanızı tavsiye ediyorum. Böyle yapmaz, ilk önce insanları tanırsanız, insanlara göre hakkı belirlersiniz. Sonuç olarak Allaha hicret edeceğiniz yerde, şeytana hicret edersiniz, küfür ve şirk üzere yaşar gider, farkında bile olmazsınız.

Belki bana “Harici, Tekfirci” gözüyle bakabilirsiniz. Allah’a hamd olsun ben hiç kimseyi büyük günahı sebebiyle tekfir etmiyorum. Ancak alimlerin küfür olduğunda icma ettiği şeyleri işleyen, onlara cevaz veren, küfür olmadığını söyleyenleri tekfir ediyorum. Beni kimlik kullanmaya, trafik ışıklarında durmaya, Allah’tan başkasına yemin etmeye, kendi kıt akılları ve fasit anlayışları ile küfür olmadığı halde, saçma sapan zorlama çıkarımlar ile küfür diyen, tekfir müptelası insanlar ile karıştırmayın. Hatta size şunu da söyleyeyim, sizinle öyle meseleler konuşabiliriz ki, sizin gözünüze onlar dinden çıkartan büyük küfür gelir, siz böyle algılarsınız ama alimlerin nezdinde o amel kişiyi dinden çıkarmaz ve bende buna binaen bu durumu büyük küfür görmem, işleyeni her zaman tekfir etmem.

Dediğim gibi ben Kuran ve sünnet’in hakemliğinden asla kaçmam, ispattan korkamam. İspat edemeyecek hiçbir şeyim yok. Siz nasıl takdir ederseniz, o minvalde konuşmaya devam ederiz. İnşaAllah hakkı bulmak için sorgularsınız. Allah sizi ve bizi sırat-i müstakimden ayırmasın. Her halukarda Hamd bütünü ile Allah Teberake ve Teala’ya mahsustur. Vesselam…

Report Page